Kitaplar


 

 


(Ortak kitap)
 



    https://www.facebook.com/ozmenu  https://twitter.com/unalozmen

 

Ünal Özmen

 
Son Çeyrek Yüzyılın Eğitim Özeti

Son Çeyrek Yüzyılın Eğitim Özeti

Ünal Özmen

2000’ler, siyasal alanın ekonomik dönüşüme uyarlanmaya çalışıldığı yıllardı. Neoliberal ekonominin yarattığı eşitsizliğe rıza üretmek, kamuya ait mülklere el koymak ve kamusal hizmetleri piyasanın yatırımına açmak için kamunun ve kamusal denetimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu da kamusal ilişkilerin kurucu kültürünün, bilginin, bilgi paylaşımının, diyalogun ve toplumsal değerlerin aşındırılması ile mümkündü. O nedenle değerler, bilgi ve kültür kurumu olan eğitim saldırının ilk ve öncelikli hedefi oldu.

Endüstri devrimiyle yaygınlaşan, iş becerisinin yanı sıra sosyal becerileri de ihmal etmeyen modern eğitimin yerine ikame edilmek istenen eğitim, esas itibarıyla bireyi ulusal ve evrensel değerlerden uzaklaştıracak, modern eğitimin laik yurttaşını cemiyetten cemaate yönlendirilecekti. Böylece birey aile, inanç, etnik köken, gelenek gibi kontrol gücü yüksek küçük gruplara yönlendirilirken bir yandan korunması gerektiğine inandırıldığı grup değerleri uğruna diğer gruplarla çatışmayı göze alacak öte yandan sınıfından uzaklaştıkça farklı temsil biçimlerine yönelmeyecek ve toplumsal değer üretiminden uzak duracaktı. Nitekim işe müfredatın kolektif bilinç oluşturan eğitimsel unsurlarının temizlenmesiyle başlandı. Bu, eğitimin bireye sadece iş becerisi kazandıran teknik bir faaliyete dönüştürülmesi demekti. Bu postmodernist eğitim, bilgi ve kültürel altyapısı güçlü Batılı devletlerde ciddi sorgulamaya tabi tutuldu. Thatcher İngiltere’si hariç Avrupa ülkeleri, ulusal eğitim politikalarını ABD menşeli bu modele uyarlamadı. Programın Dünya Bankası, IMF, UNESCO, AB ve bunlarla çalışan onlarca vakfın çevre ülkeler için tasarlanmış hibe desteği eşliğindeki versiyonunu Türkiye reddetmedi.

Neoliberalizmin postmodern eğitim modelinin, modern eğitim ve kurumları tahrip edilmeden hayata geçirilmesi mümkün değildi. Modern dönemin toplumsal yapısı, ürettiği değer, bilme biçimleri ve kurumlarının sahadan temizlenmesi gerekiyordu. Modernleşme sürecini tamamlamamış, çoğunluğu Müslüman olan Türkiye gibi bir ülkede bunu en iyi İslamcı bir hareket yapabilirdi. Çünkü modern eğitimin önemli bir rolü de dinin toplumsal hayattaki etkisini sınırlamaktı. İslamcılar, yüz hatta II. Mahmut’un ilk eğitimi zorunlu kıldığı 1824’teki fermanından alırsak tamı tamına 178 yıldır düşünü kurdukları hesaplaşma fırsatını kaçırmayacaktı. Neoliberalizmin bilim ve bilgiyle problemi, kamusal alanda kullanılacak teori üretiminde kullanılmasından kaynaklanır. Dinler, diğer dinlerden farklı olarak özellikle İslam, bilim bilgisi ve sonuçlarıyla daha az problemli değildi. Üstelik İslam’ın farklı bilme biçimlerini radikal bir şekilde ortadan kaldırmak gibi kullanmaktan çekinmediği yöntemleri vardı. Eğer kamusal alan dağıtılmak isteniyorsa, bunu yapmaya en uygun aday, İslami hareketlerden başkası olamazdı.

İslamcılar, 2002’de hükümeti kurduğunda gündemine önce müfredatı, eşzamanlı olarak yeni müfredatın uygulanmasına direnç göstereceği düşünülen öğretmen örgütlenmesini aldı. Bunu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın teşkilat yapısı ve mevzuat değişiklikleri izledi. Bu iki değişiklik, görevden uzaklaştırılan yasal güvence altındaki bürokratların yargı kararıyla dönmesini engellemek ve sorunsuz bir şekilde kadrolaşmak için son derece önemliydi. İslamcı iktidar (AKP), tüm kurumlarda olduğu gibi eğitimde de kadro sıkıntısı çekmedi. İslami cemaatlerle bağlantılı kişileri kısa sürede bürokratik mevkilere yerleştirdi. Bu kadroların cemaatlerle kurduğu informal ilişkiler, bir süre sonra sözleşmelerle resmi ilişkiye dönüştü ve eğitim sisteminin bütünüyle ele geçirilmesi sağlanmış oldu.

Müfredat ve ona göre hazırlanmış eğitim materyalleri, kurum ve kişilerin mesleki otoritesini kullanmaktan imtina ettiği, yazılı kurallara riayetin meşruiyet için yeterli bulunduğu bizim gibi ülkelerde uygulayıcıyı da sisteme dahil etmek açısından son derece önemlidir. Nitekim tasfiye edilemeyen başta öğretmenler olmak üzere eğitim kurumları ve üniversiteler bu yolla pasifleştirildi. YÖK, TÜBA, TÜBİTAK gibi eğitimle ilgili kurullar da sürece müdahil olma yeteneğini yitirmişti. 2007’ye gelindiğinde bilimi ve sosyal becerileri göz ardı eden, buna karşın eğitimin girişimcilik, (ekonomik anlamada) küreselleşme, bireycilik gibi piyasanın temel kavramları ile tanımlanmasına itiraz edecek kurum hatta bir kişi dahi kalmamıştı. AKP iktidarının uluslararası sermayeye güven veren neoliberal iktisada yatkın ticari dili, eğitimin de piyasa değeri yüksek beceriler kazandıracağı algısının yerleşmesinde etkili oldu. Aslında eğitimin piyasa değerlerine odaklanması gerektiği fikrinin temeli 12 Eylül’le oluşmaya, Özal’la birlikte pekişmeye başlamıştı. İslamcılar iktidara geldiğinde, piyasa için eğitimin sosyal sonuçlarını umursamayan liberal “aydın” savunucuları vardı. Bunlar, AKP’nin eğitime müdahalesini heyecanla karşıladıkları gibi kaygılarını dile getiren entelektüelleri bastıracak iletişim araçlarına da sahipti (Bugün birçoğu gelinen noktayı onaylamıyor görünse de o gün işgal ettikleri yerden, kültürel dönüşüm kurumu olan İslamcıların kontrolündeki eğitimde liberal kültür unsurlarına yer olmadığını görmediler/görmek istemediler).

Eğitimde gelinen noktayı özetlemek için sıralayacağım aşağıdaki birkaç başlık, eğitimin ve öğretmenin rolünün, öğretim programlarının, eğitim materyallerinin, öğretim yöntem ve tekniklerinin herhangi bir engelle karşılaşmadan değiştirilmesinin sonucuydu. Kuşkusuz tüm bunlar, kaçınılmaz olarak eğitimin dayandığı değerlerin de değişimi anlamına geliyordu. Değişimin yönünü değiştirenin belirliyor olması, doğal olarak değişimi yöneten İslamcı hareketin dinsel öğretisinin müfredat olmasıyla sonuçlandı.

Bugün;

Okulda olması gereken bir milyon 700 bin çocuk semt sanayilerinde çıraklık yapıyor (MEB, haftanın bir günü Mesleki Eğitim Merkezlerine çağırdığı bu çocukları kayıtlı öğrenci sayıyor),

1 milyon 250 bin öğrenci açık ortaokul ve liselerde,

710 bin 264’ü imam hatip ortaokullarında, 617 bin 278’i imam hatip liselerinde olmak üzere toplam 1 milyon 327 bin 542 öğrenci doğrudan dini bir okula gidiyor (3 bin 451 imam hatip ortaokulu ve bin 693 imam hatip lisesinin aynı okul düzeyindeki okullara oranı yüzde 20; bu okullara devam eden öğrencilerin aynı okul düzeyindeki öğrencilere oranı ise yüzde 13,5).

Bu üç verinin anlamı; hiçbir modern eğitim kuramında okul sayılamayan imam hatiplerdeki çocuklarla birlikte MEB’in semt sanayisine çırak olarak gönderdiği, okula gelmeyin fakat “mer’i mevzuata da uyun” diye açık okullara (uzaktan eğitim) yönlendirdiği 4 milyon 29 bin 740 çocuğun zorunlu eğitim kapsamı dışında olduğudur.

Durum bu iken YÖK ve MEB, eğitimde gelinen noktayı fiziki büyüme, okullaşma oranı ve teknoloji kullanımıyla açıklamaya çalışıyor. Dünya eğitimi nitelikle (bireye, topluma ve tüm insanlığa kattığı değerle) ölçerken Türkiye’nin yöneticileri halkı nicel verilerle oyalıyor.

Özetlemek gerekirse 4+4+4, eğitimde ikinci kırılma döneminin adıdır. AKP ile eğitimin ilk on yılı (2002-2012), modern eğitimin tasfiyesiyle postmodern etkiye açıldığı dönem oldu. Sonraki 15 yılda neoliberal politikaların hazırladığı hattan İslamlaşma/İslamlaştırma sürecine girildi. İslamcılar iktidarın sürmesi halinde AKP’nin ilk fırsatta İŞİD, Taliban, Hamas ve diğer İslami hareketler gibi bağımsız hareket etmenin yollarını arayacağını, Türkiye’de dini yaşam tarzının hayatın her alanında hâkim kılınmaya çalışılacağını tahmin etmek kehanet olmasa gerek.

Çeyrek yüzyıllık AKP iktidarında toplumsal kurumlar çok şeyini, din ile eğitim ise her şeyini kaybetti. Bu sürede eğitim laiklikten, din Allah'tan uzaklaştı. Bu iki kurumun kurtuluşu varlık nedenleri olan değerleriyle buluşmasına bağlı. Şimdi kritik soru şu; eğitimin laiklikle, İslam'ın Tanrısıyla buluşması nasıl sağlanacak?

İslam'ı Tanrı ile buluşturma konusunda akıl yürütmek bizlere, en azından bana düşmez. Fakat Allah'a tapan dindarı paraya tapınan dinciye tercih ettiğimiz için 'bize ne' diyemeyiz. İnsan birlikte yaşadığı kişinin öngörülebilir olmasını ister. O nedenle tercihimiz, para gibi kuralları olmayan bir nesneye Tanrı muamelesi yapan dinci yerine davranışı kestirilebilir Müslümandan yanadır. İktidar adayı koalisyonun dindar ortaklarının da böyle düşündüğünü varsayarak İslamın dindarlara devrini sağlamayı onlara bırakmak gerek.

Eğitimle dinin aynı değerlere sahip olmadığı; eğitimin dinin, dinin eğitimin bilgisini kullanamayacağı; birinin yönteminin diğerinde uygulanamayacağı; eğitimin camide, ibadetin okulda yapılamayacağı, birini diğerinin alanında örgütlenmemesi gerektiği artık anlaşılmış olmalı. Bu sadece laiklerin savunduğu bir görüş değil, Sünnî İslam geleneğinin kurucu ismi Gazali'nin takipçisi veya ondan esinlenen aklı başında her Müslümanın bilim ile felsefenin dinden ayrı bir uğraş alanı olduğunu bilmesi gerekir. Doğru olan, her birinin kendi alanına çekilmesi ve dinin dindarlara, eğitimin ise laiklere bırakılmasıdır.

Eğitimin değeri laiklik, bilgi kaynağı ise bilimdir. Biri olmadan öteki, ikisi birlikte olmadan eğitim olmaz. Kalkınmayla demokrasiyi birlikte gerçekleştirme çabasındaki gelişmekte olan ülkeler bu birlikteliği korumak zorundadır. Türkiye laikliği eğitimden ayırdığı için bilim üretemedi ve teknoloji bağımlısı bir ülke olarak kaldı.

  
243 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın